28 Şubat 2007

NE DEMEK


Anne mi oldum.

Gerçekten mi?

Onun o yumuk yumuk ellerine bakarken kocaman yuvarlak kafasını okşarken yada uykuda o bebek kokan gıdısını pembeleşmiş yanaklarını öperken anlıyorum anneliği.

Delice bir duygu annelik. Çok sağlıklı değil. Mantıklı hiç değil.

Devamlı bir paranoya ve sonsuz bağlılık her yaptığından üzülüp acı çekme ve yeterli olamadığın duygusu yakanı bırakmıyor.

Yapacaklarını hep önceden hesaplayıp yapma 360 derece düşünme zorunluluğu garip bir şey. Kafana göre takılamıyorsun, boş ver bu akşam da yumurta kırarız diyemiyorsun. Seni engelleyen yazılı kurallar yok ama, olmuyor işte.

Gönüllü kölelelik bu. İnsanlar elden ayaktan kesilseler dahi neden evlatları için çırpınıp duruyorlar anlıyorsun.

Ölene kadar sevmek işte. Ötesi yok..

Annelik hastalıklı garip bir duygu.Dünyanın öbür ucunda acı çeken bir bebek için acı çekiyor çığlık atan bir anne için ise sızlanıyorsun. Acısını yüreğinin taaa dibinde buram buram hissediyorsun. Gözlerin dolup burnun sızlıyor. Gördüğün yavru kedileri bile hemen kendi yavrunla özdeşleştirip cabalamaya başlıyorsun.



Ama tüm bunlara rağmen çoşkulu bir mutluluk anlatılamayan bir sevgi seli;
.
Annelik delice sevmek, Bağımlılık ve bağlılık ;

Yavrunun o bebek kokusunu, yumuk ellerini uykunda bile özlemek ;
.
Hiç kimsenin uyandıramadığı derin uykulardan hafif bir nefesle uyanmak;.

Geceleri buz gibi taşlara basa basa yürümek;

Gözünden uykular akarken bebeğini sallamak , avutmaya çalışmak;.

Ne kadar yorgun ne kadar kızgın olursan ol bir gülümsemesiyle hepsinin sabun köpükleri gibi uçup gidivermesi;

Giysi almaktan vazgeçip oyuncakçıları dolaşmak ;

Hem umrunda olmak hem uyanık olmak hemde umursamamak;

Ama en önemlisi kahkahalarla gülmek delicesine bir mutluluk ;

Tutkuyla sevmenin tavana vurması;

Karnında olduğu günlerden bugüne kadar olan herşeyi hatırlamak yıllar sonra bile hissetmek;



Ne kadar kızsanda o minik ellerin yüzünde dolaşıp kocaman açılan gözlerle sorulan “anne beni seviyor musun ?” sorusuyla dilinin tutulması dimağının felç olması;

Sevmek ne demek tapıyorum bayılıyorum diyebilmek için için bağırmak çığlık atmak istemek;

Yüreğim dursada seveceğim diyebilmek;

Ürettiğin felaket senaryoları ile ağlayabilmektir annelik.

Nasıl bir erkek olacağını hep merak etmek, okuldayken ne yaptığını merak etmek, git kendi başına oyna deyip özgür bırakmak ve artık kendi başına kalabiliyor derken hem sevinmek hem sana bağımlılığı azaldığı için üzülmek.

Ama yorgunluktan ölü gibi uyumak sırtının kollarının ağrıması , tükenmişlik bol bol endişe.Tüm bunlara rağmen hiç pişman olmamak annelik.

"Anne olunca anlarsın"ın hakkını şimdi verebiliyorsun demek. Annene yaptıklarından dolayı üzülmek demek.

Daha bir çok şey ve çok çok güzel.
oylum

27 Şubat 2007

ASTERİKS VE VİKİNGLER


Orjinal adı : Asterix and the Vikings
Yönetmen : Stefan Fjeldmark ve Jesper Moller
Süre: 78 dakika

Çocukluğumdan beri Asteriks in bir hayranıyım. Çizgi dünyanın klasiklerinden sayılan bu serileri remzi kitapevi yeniden yayımlamaya başladığı andan itibaren almaya başladım.Elbette çevirmen farkı var ama yine de çok güzeller.

Film orjinal adı Asteriks ve Normanlar kitabın uyarlaması olan bir çizgi film.

Tüm Galya roma işgali altındadır yani hemen hemen tüm Galya.Küçük bir köy hala daha Sezarın muhteşem ordusuna karşı direnmektedir.Hem de ne direnme civardaki tüm lejyonlar bu yenilmez Galya köylüleriyle karşılaşmamak için karargahtan dahi çıkmamakta ve buda kahramanlarımızın canının sıkılmasına neden olmaktadır.

Bir gün şef Toptoriks in yiğeni Parisium dan köye gelir. Asteriks ve Hopdediks' e bu yaramaz delikanlıyı adam etme görevi düşmektedir.

Bu esnada çok uzaklarda korkusuz vikinglerin vahşi lideri bir köye akına karar verir.Ancak tüm köy boştur.Her zamanki gibi köylüler kaçmıştır.Bu duruma hem moralleri bozulan hem de merek eden vikingler köylülerin korktuklarını öğrenirler.Korku' nun nasıl bir şey olduğunu keşfetmek için ve kendilerine korkuyu öğretmesi için korkunun şampiyonunu bulmak için yola koyulurlar veee sonrasınıda siz seyredin bakalım neler olacak.


FAUNUS 'UN LABİRENTİ







Yapım yılı:2006
Yönetmen:Guillermo del Toro
Orjinal adı:El labirento del fauna

Filmi Türkçe ye ve İngilizceye çevirirken Pan'ın labirenti diye çevirmişler.Birbirlerine çok benzemelerine rağmen Pan ve Fauna temel bazı farklılıklar taşımaktadır.Bence filmin adı orjinalinde olduğu gibi faunus nın labirenti adını taşımalıydı.Çünkü yunan tanrısı olan Pan ın insanlara nasihat verip kehanetlerde bulunmak gibi bir derdi yoktu.
Fauna evli ve çapkınlıkla alakası olmayan bir tanrıydı.Oysa azgın bir teke olarak düşünülürmüş Pan. Kadınlara ormana ve hayvanlara kötü davranılmasına katlanamazmış.Ama çapkınmış bir o kadar da; Zeus kadar olamasa da.Kadınların yalnız başına ormana gitmemesi salık verilirmiş çünkü Pan ın flütünü duydukları anda kendilerini baştan çıkarıcı müziğe kaptıracaklarına ve Pan'ın büyüsüne yakalanacaklarına inanırmış yunanlılar.(*)
Filmin konusu
 1944 yılında İspanya iç Savaşı'nın son günlerinde Ofelia hamile olan annesiyle birlikte kırsal alanda görevli faşist cuntacı bir subay olan üvey babasının yanına gider.
Ofelia henüz doğmamış küçük kardeşine okuduğu kitaplardaki masalları anlatan perilere ve sihire inanan henüz çocukluğun güzel hayallerini yaşayan 10 yaşında küçücük bir kızdır.
Üvey babası ise kötü bir üvey baba olmanın yanısıra kendisini kahraman zanneden kötü kalpli korkunç bir adamdır.
Film çok lirik çok hüzünlü. Efsanelerden esinlemeler var.Gerçek hayat masalla karışmış bir halde .Ofelia sadece yalnızken perileri fauna yı ve diğer yaratıkları görebilmektedir.Gerçek hayatta ise ilgisini çeken en önemli şey tek sığınağı olan annesinin çok kötü geçen hamileliğidir.
Oysa üvey babasını ilgilendiren tek şey ise oğlunun sağ olarak doğmasıdır. "Seçim yapmak zorunda kalırsan "der doktora "oğlumu kurtar".
Üvey babası masum köylüleri sorgusuz sualsiz vahşice öldürürken Ofelia da çocukları yiyen bir canavarla karşılaşmak zorunda kalır. Hangisini yaşamak istediğinize hangisinin daha korkunç olduğuna siz kara verin.
Filmin kareleri özenle hazırlanmış görsel bir şov gibi.İspanyol ressamlarını hatırlıyorsunuz seyrettikçe.
Ben çok sevdim mutlaka izleyin.

* Faunus -Vahşi doğanın ve verimliliğin (ROMA) Tanrısı. Nasihatçı olarak da tapınım ve saygı görmüştü. O Yunanların doğa tanrısı Pan ile aynı özellikleri taşımıştır, boynuz ve yeleleri varmış. Büyükbaş hayvanların da koruyucusu olarak bilinmiştir. Ona Roma Kır Tanrıları Faun'lar eşlik ederlermiş. Faun'lar Yunan mitolojisinde Satyr'ler olarak yerlerini almışlar. Faunus'un bayan benzeri Fauna'dır. Kurt suratı, çelenk ve kadeh Faunus'un simgeleridir. Filmde kullanılan semboller Pan ın değil Faunus un sembolleridir.
Pan - Yunan mitolojisinde kırın ve çobanların tanrısı. Yarı keçi yarı insan halinde tasvir edilir. Verimliliğin, üretkenliğin ve bahar heyacanının temsilcisi.Kırlarda aniden insanların karşısına çıkıp yaygara koparmayı sevdiğinden ve görüntüsüyle insanları korkuttuğu için "panik" sözcüğü buradan türemiştir.Aslında çokda neşeli dans eden ve kadınları ve nmypheleri baştan çıkarma ustası bir tanrıdır.Roma tanrısı Fauna dan farklı olarak bekardır.Tanrı Pan,efsanesi ve kişiliği hakkında Behcet Necatigil'in "100 Soruda Mitologya "daki anlatımını aşağıya alıyoruz:

"Dağlık Arkadia'da küçükbaş hayvanların,çobanların tanrısı. Keçi ayaklı Pan, Hermes'in oğludur. Tanrıların,çokluk,insan kılığında değilde hayvan kılığında düşünüldüğü ilk zamanlarda Pan da keçi kafalıydı; sonradan bu keçi kafasından sadece boynuzlar ve sakal alıkonarak,yüzü insan yüzü oldu.Sonradan engizisyon bu tasviri çok sevdi ve Pan tasviri şeytan tasviri ile özdeşleşiverdi.Oysa Hiristiyanlığın ilk yıllarında şeytan tasviri yoktu.Ama Avrupada halkın inandığı pagan tanrıları göze batınca sevgili masum Pan da şeytan oluverdi.Böylece de Avrupa cadı avına çıkmaya şeytan çıkarma törenleri düzenlemeye başladı.
Pan çoban kavalını sever,azgın tekeler gibi güzel nhymphaların peşine düşerdi. İnsanların hayvanların uyuduğu kızgın,ıssızyaz öğlelerinde birdenbire, beklenmedik gürültüler koparır, dört bir yana "panik" korkular saçardı.Marathon savaşı savaşı gecesi Persleri bu şekilde paniğe uğrattığı için, Atinalılar savaştan sonra tanrı Pan'a Akrapolis eteğinde bir tapınak yaptılar.Pan sözü Yunancada "bütün"anlamına geldiğinden mistikler, sonraları Pan'ı harşeyi yapabilir bir tanrı payesine çıkardılar.
Kadınlara da düşkünmüş Pan müziği ve dansı çok severmiş.Ormana yalnız giden kadınların çapkın Pan ın müziğini duyup büyüleneceklerine inanılırmış.Kadınlara hayvanlara ve doğaya kötü davranılmasına katlanamazmış."(sevdim ben bu tanrıyı).

22 Şubat 2007

ELF LEYLE VE LEYLE

Bize dönersen, biz de sana döneriz.

Senin için de vefalı deriz.

Bizi bırakıp gidersen

Ödeşmiş olur, bahtımıza küseriz.
Söyletme beni dert küpüyüm.

Şansım yok, zamanım bulut.

Ayrılınca nazlı yarimden,

Kalmadı içimde geleceğe dair bir umut!
Yıllar önce binbir gece masalları uzun bir seri şeklinde ve sansürsüz tam çeviri olarak yayımlanmıştı.İlk beş ciltten sonra içime fenalıklar basmış ve seriyi arada sırada okumak üzere kitaplığa kaldırmıştım.Kaldırış o kaldırış olmuş ve bir daha elime almamıştım. Şimdi tek kitap halinde yayımlanan 1001 Gece Masallarını görünce dayanamayıp aldım.
Ancak denilir ki, bu masalları henüz hiç kimse baştan sona okumamıştır ve baştan sona okuyan kişi ölür... Masalların büyülü dünyasına da böylesi bir rivayet yakışırdı değil mi?
Bu çocukluktan kalma bir alışkanlık olsa gerek. Masal okumaya bayılırım. Belkide o yüzden bilim kurgu ve fantastik yayınları bu kadar çok seviyorum. Küçük çocukluğumda okuduğum masalların tadını beni götürdükleri hayalleri unutmama mümkün değil. Sanırım bu yüzden biraz romantik fazlasıyla hayalci ve hep mucizeler bekleyen ama bazende karanlıktan korkan bir insan oldum.
Ama şimdiki çocuklar masal kahramanının padişahın en güzel ve en akıllı kızıyla evlendiğini bilmiyorlar. Hayallerin ardına takılıp gitmekten yoksunlar. Devlere cadılara inanmıyorlar.Oysa onlar insan kılığında aramızda geziyor.Sadece isimleri değişti. İhmalkar doktor, rüşvetçi memur, vicdansız polis yada katil oldu isimleri. Devlerle birlikte iyi kalpli, dürüst, namuslu insanlara da inanmıyorlar tabii ki. Kahramanlarsa gittikçe azalıyor. Fasulye sırığına tırmanıp devi yenen Küçük John masalını bilmiyorlar. Andersen ve Grimm kardeşler belkide sadece film adı onlar için.
Ne kadar acı minik yürekleri böylesine kurak bırakmak.
Ayrıca masallar ve kahramanları bir çok kitaba, filme ve kahramana da esin kaynağı olabiliyor. Masal kitaplarının edebiyattan zevk alan ve takip edenlerin kitaplığında mutlaka bulunması gerekir.
Neyse gelelim kitabımıza. Masallar aynı elbette. Birbirinden ilginç ve güzel isimleri olan insanların inanılmaz öyküleri. İçiçe geçmiş arka arkaya sıralanıyor. Ancak daha kısa ve erotizm nerdeyse yok. Oysa erotizmin piri olan arapların 1001 gece masallarını böyle okumamıştım ilkinde. Özellikle binbir gece denmesinin nedeni bana oldukça anlamlıda gelmiştir. Hatta küçük çocuklara okutulmaması gerektiğini büyüklere özgü olduğunu da düşünmüştüm. Ama bu kitap öyle değil.
1001 Gece Masallarının özünden bahsetmeme Şehriyar, Şahzaman, Şehrazad ve Dünyazad ın öykülerini anlatmama gerek yok.Herkes biliyor zaten.
Çeviren: Ahmet Said
Yayın Yılı: 2007
813 sayfa
Nergiz yayınlarından çıkmış.
Kitapla daha ayrıntılı bilgi almak için aşağıdaki linke tıklayın.

21 Şubat 2007

Pİ'NİN YAŞAMI

Uzun zaman önce alıp sıraya koyduğum üzerine kitaplar eklendikçe sırası ötelenen ve bir türlü okuyamadığım kitaplardan biri. Bir solukta okudum. Güzel bir kurgu hikaye. Gerçek dışı ve alegorik. Kitabın yazarı Yann Martel.
Konusu ise özetle şöyle : 16 yaşında ki Piscine Molitor Patel, herkesin bildiği adıyla Pi, ailesi ile birlikte Hindistan’dan Kanada’ ya göç ederken yolculuk ettikleri gemi batar. Tüm ailesi ve gemi personeli ölür. Pasifik Okyanusunun masmavi sularının üzerinde tek bir filika yüzmektedir. İçinde de yalnızca beş kazazede: Pi, bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, dişi bir orangutan ve bir yanlışlık sonucu adı Richard Parker olarak kalan üç yüz kiloluk erkek bir Bengal kaplanı. Pi biraz zekası biraz şansı ve aslında Richard Parker ında yardımıyla sırtlanın besin zinciri sıralamasında yer almaktan kurtulur. Ama şimdi bu korkunç yırtıcıyla başbaşadır. Üstelik yolculuğu aylarca sürecektir. Açlık susuzluk ve korkuyla dolu günler. Hayal ve gerçeğin karıştığı küçük bir çocuğun inanılmaz öyküsü bu.
Böylesi tehlikeli bir kaplanla, okyanusun ortasındaki küçücük bir filikada kıstırılmış bir çocuğun konu alındığı bir öykünün sizi hayal alemine sürükleyeceğini, daha kitaba başlamadan bilirsiniz. Yann Martel’in ‘Pi’nin Yaşamı’ 2002 booker ödülü almasının yanı sıra dönüşümsel bir roman.

16 Şubat 2007

KANDIRILDIM


Minik bacaklarının üzerinde topu topu ayakkabım kadar olan şirin bir yaratıktı ilk gördüğümde.Gel pisi pisi diye çağırdım ve birazcık okşadım. Gerçekten kucağıma falan almadan sadece iki kere elimle başını hafifçe vurarak sevdim ve “merhaba güzel kedicik nasılsın” deme gafletinde bulundum. Üstelik elimde eldivenlerim vardı. Fiziksel olarak temasımız olmadı bile . Hepsi bu kadar. Gayet masum art niyetsiz bir temastı bu.Alt tarafı merhabalaştık.

Ama her şeyin burada biteceğini ve olayın kapanacağını sanmak ne büyük bir yanılgı ve ne saflıkmış.

Peşime takıldı. Köşe başında ki seri sonu mağazasının dışarıya yığdığı ürünleri karıştırırken ayaklarımın arasında varla yok arasındaki bir sesle miyavlıyor. Miyavladığını ağzının açılıp kapanmasından anlıyorum. Azıcık sert sesle ;

“Hadi git anneciğine kedicik, seni merak eder. Üstelik öyle masum ve zavallı havalarını yemezler.Her güzel olan yavru kediye zayıflık gösterseydim evde bana yer kalmazdı” diyorum.

Hayır kesinlikle umrunda değil.Beni gözüne kestirdi sanırım ama havasını alacak diye gülüyorum kendi kendime..

Ürünlere bakmaktan vaz geçiyorum köşeyi dönerek yürümeye devam ediyorum ama arkamda, takip ediyor, farkındayım ancak, anlamamazlığa geliyorum. Fakat, karşıdan karşıya geçerken genede gözümün ucuyla bakıyorum yavruya. Sağ salim karşı kaldırıma ulaştı. Zaten ne olacak ki; sadece bir ara sokak burası bir şey olmaz ama gene de kendimi sorumlu hissediyorum. Şu meşhur annelik iç güdüsünden işte.

Hey dur bakalım hatun sadece okşadın. Kendine gel. Annelik güdüsüymüş. Evdeki iki ayaklı kanguruya annelik yapman gerekiyor senin bir tüylü surata değil. Üstelik bir sokak kedisini eve kabul edecek kadar bol zamanlı bir kadın değilsin. Malesef öyle bir lüksün yok. Ayrıca sağlık ve hijyen denen bir şey var. Ek olarak koltuk kenarlarında tırnak bilemeler bilmem kaç milyonluk mamalar, veterinerler, aşılar. Yok kusura bakma tatlım , uzun iş sıkıntıya gelemem. Zaten ben bir köpek almak istiyorum. Çok kedi baktım bir tane de köpeğim olsun diyorum. Beagle cinsi. Adına bile karar verdim.

Bakkala uğrayıp ekmeğimi alıyorum ve kesinlikle sağıma soluma bakmadan emin adımlarla yollanıyorum. Apartman kapısını açmadan önce zemindeki bayan kuaförü ile selamlaşıyoruz.Hal hatır sormalardan sonra kaşlarına kaldırarak soruyor :

“kedi mi aldın”

Yutkunuyorum. Bir arkadaşa bir yerde oturmuş gözümün içine bakan bir avuçluk yaratığa bakıyorum -bir kaç kez- ve pes ediyorum :

“aaaa,eeemmmm evet sanırım baksana peşime takıldı”

“ e, hadi hayırlısı olsun”

Evet bıdık için hayırlı olduğu kesin. Şimdi aşıları yapıldı temizlendi paklandı hanım efendi.
Eve geldiğinden beri yaklaşık yarım kilo alarak büyük aşama kaydetmiş ve benim tüm planlarımı bir pençede halletmiş bir kedi olarak akşamları oturduğum koltuğa dikkatle bakarak :

“hey orası benim yerim ya kenara çekil birlikte oturalım yada daha iyisi git başka yer bul”

veya;

“bu akşam ne kadar sıcaksın bebek yanında uyuyabilirim senin, çek bakalım ayağını azıcık arkaya”

diye mırıldanıyor.

Sanırım oyuna getirildim. Üstelik yavru bir kedi tarafından.

OYLUM ÖZMEN

15 Şubat 2007

KARIŞIK OT KAVURMASI






Bu hafta pazar dönüşü pişirilen pancar ve kereviz in yapraklarına gene kıyamadım.Onlar öyle tazecik bana bakarken gene uydurmasyon bir değerlendirme çalışması yaptım ve resimdeki ürün ortaya çıktı. Sarımsaklı yoğurt eşiliğinde veya üzerine yumurta kırılarak değerlendirilebilir. Ama ben bu haldede ılık ılık ekmeğimle sıyırarak yemekten hoşlandım.




  • 1 kg pancarın taze yaprakları ve körpe sapları
  • 1 kg kerevizin taze yaprakları ve körpe sapları
  • 1 adet kuru soğan veya tercihen 2-3 adet taze soğan
  • 1/2 demet maydonoz
  • 2 adet rendelenmiş havuç
  • dilediğiniz kadar zeytinyağı

Zeytinyağında soğan ve havuçları yumuşayıncaya kadar pişdikten sonra lkereviz ve pancarın yapraklarını ilave edip tuzunu ve karabiberini koyun.Pişinceye kadar dibinin tutmaması için arada çok az ılık su ilave edebilirsiniz.

14 Şubat 2007

ALINTI:Sivil İtiraz Adına Suya Atılan Taş

Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Ömrünü okumaya, yazmaya, düşünmeye adamış biri olarak ve bunca yıl savunduğum, arkasında durduğum yaşama ilkelerim gereği, çıkıp bir televizyon programının yasaklanması, kaldırılması talebinde bulunma hakkını kendimde görmüyorum.

Öte yandan ben ve benim gibilerin, yalnızca kendileri için değil, toplumun bütün kesimleri adına savunduğu demokratik hak ve değerlerin, yıllardır yalnızca muhafazakârlar, sağcılar, milliyetçiler lehine nasıl tek taraflı işlediği konusunda da yeterince bilgi, deneyim ve tanıklık sahibiyim. Haklarını savunduğumuz kişilerin, iş, bizim haklarımızı savunmaya gelince nasıl kaçıp saklandığını da biliyorum. Ama demokrasi anlayışımızı, başkalarının bize nasıl davranacağına göre belirlemeyiz. Biz sadece olması gerekeni yaparız.

***
Hakkında yeterince yazılıp çizildiğini düşündüğüm ve şu günlerde yayınına yeniden başlayan "Kurtlar Vadisi" dizisini burada çözümleyecek; yaslandığı karanlık değerleri; yücelttiği silah tapınmacılığını; beslendiği ve beslediği şiddet yanlısı, kıyıcı kültürü eleştirecek; bu ülkenin insanlarına, gençlerine, toplumsal yaşamına verdiği zararları sayıp dökecek değilim. İnsanların ruh ve akıl sağlığıyla en ilgili meslek grubu olan psikiyatrların, durumun vahametine dikkat çekme ihtiyacı duyarak dernekleri aracılığıyla bildiri yayınlamaları bile başlı başına bir alarmdır. Benzerine Türkiye tarihinde kaç kez rastladınız?

Kendilerine ve "niyetlerine" ne ad verirlerse versinler, "Kurtlar Vadisi" ekibinin, apaçık bir biçimde şoven milliyetçilik, ırkçılık yaptığını; hukuk dışılığı savunduğunu; her çeşit çeteleşmeyi, mafyalaşmayı özendirdiğini; benzerine Hitler Almanyası, Mussolini İtalyasında rastlanabilecek bir süreçle kimlik arayışındaki gençlere, şiddet yanlısı rol modelleri önerdiğini düşünüyorum. Herkesi bu konuyla ilgili sayısız gazete, televizyon haberini; yapılan araştırma ve anket sonuçlarını hatırlayarak hafıza tazelemeye çağırıyorum.

Ülkenin her zamankinden daha fazla, ortak uzlaşma zeminine; farklılıklarımızı tanıma ve birlikte yaşama kabulüne; karşılıklı hoşgörü ve anlayışa ihtiyaç duyduğu bu dönemde, kamplaşmaları körükleyerek kandan kâr edenlerin çıkarlarına karşı, toplumsal dayanışmanın, barışın ve hukukun üstünlüğünün gözetilmesi gerektiğine inanıyorum.
***
Peki, bu durumda bizler, yani kandan kına yakmayanlar ne yapmalıyız?

Sivil itiraz haklarının her zamankinden çok daha etkin ve örgütlü biçimde kullanılması gereken bir dönemde olduğumuz kanısındayım. Madem liberal bir ekonomide yaşıyoruz ve madem bu ekonominin kuralları yaşama biçimimizi belirliyor; madem söz konusu olan bir televizyon dizisi ve madem televizyon dizileri varlık nedenlerini "reklamlara" borçlular, bu konudaki en etkin protesto biçiminin, tüketici haklarımızı kullanmak olduğunu düşünüyorum. İster doğrudan böyle diziler çekerek, ister bu dizilerin izlenme oranlarından gelir payı kaparak kandan kâr etmek isteyenlere verilebilecek en etkili yanıtlardan birinin bu olacağını sanıyorum. Bu konuda dikkati ve duyarlığı olan herkesi, "Kurtlar Vadisi" dizisine reklam veren her ürünü, her firmayı, her markayı yaygın ve örgütlü bir biçimde protesto etmeye; imza ve katılımlarla desteklenen etkili bir kampanya oluşturmaya çağırıyorum.

Akıtılan bunca kanı aklayacak deterjanların, katil eli yıkayacak sabunların henüz bulunmadığını unutmayalım. Bu karanlık kâra ortak olmayalım. Sesimizi ve varlığımızı duyurana kadar o marka yağları, yoğurtları, çikolataları, dondurmaları, bisküvileri yemeyelim; o marka sütleri, kolaları, meşrubatları içmeyelim; o marka tencere tavaları, kağıt mendilleri, bebek bezlerini almayalım; o marka çarşaf nevresim takımlarında yatmayalım; o marka mobilyalarda oturmayalım; o telefonlarla konuşmayalım; paralarımızı o bankalardan geri çekelim; bunları yaparken en etkin biçimde herkese duyuralım. Bu kampanyanın başarılı olmasını, birkaç kişinin kişisel ahlakına, vicdanına bırakmayalım; takipçisi olalım, sivil itiraz grupları oluşturarak gelişmelerden sürekli herkesi haberdar edelim. Sevenleri, hayranları, okurları, seyircileri, dinleyicileri olan topluma mal olmuş, tanınmış kişileri, bu kampanyaya destek olmaya ve destek olduklarını duyurmaya çalışalım.


***
Elbette yalnızca tüketicilere yönelik bir sesleniş değil bu. Türkiye'nin daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çağdaş, daha uygar olması amacı ve niyetini taşıyan bütün şirketler, kurumlar, kuruluşların sahip ve yetkililerini, "reklam pastası payını" insan kanıyla karmamaya çağırıyorum. Türkiye'yi hukuksuzluğun, çetelerin, mafyaların, karanlık güçlerin ve emellerin yönettiği bir ülke olmasını haklı göstermeyi; başkasının ölüsünden, kanından, servet, itibar, fedai, çete sahibi olmayı özendirmeyi istemeyen bütün iş adamlarının, reklam veren, reklam yapan dernek ve kuruluş yöneticilerinin aklına, vicdanına, sağduyusuna seslenmek istiyorum.


Yalnızca bir televizyon dizisinden değil, bir başlangıçtan söz ediyorum. Kardeşlerimiz katillerimiz olsun istemiyoruz artık. Komşularımız düşmanlarımız olmasın. Bu şiddet kültürünün aşılması için daha kaç gencin potansiyel katil ya da kurban olması gerekiyor?


Haraca, gaspa emanet edilmiş sokak aralarında, banliyö trenlerinde, varoş semtlerde, lise önlerinde, havaya kurşun sıkılan düğünlerde, töresinin hukukuna kadın kanı akıtan aile mahkemelerinde, bıçak çekilen tribünlerde, karanlık pazarlıkların döndüğü han köşelerinde, sigara dumanına boğulmuş internet kafelerde çekilen her bıçağın, namluya sürülecek her kurşunun "küçük ya da büyük hisseli uzak ortağı" olmayalım.


Elbette bu çeşit dizileri yapan kişi ve kuruluşlar, daha fazla kâr etmek, daha fazla para, güç, itibar ve fedai kazanmak isteyebilirler, ama sizler daha fazla ölü, daha fazla kan, daha fazla tabut istemiyorsanız, bunu bize söylemenizi istiyorum.


Benim şu yaptığım, sivil itiraz adına suya atılan bir taş yalnızca. Umarım sudaki halkalar gibi yayılıp genişler, bize yalnız olmadığımızı, birbirimize yaslandığımızda milyonlar ettiğimizi öğretir.


Biz hiçbir kanala reklam veremeyenler, bir zamanlar "Edirne'den Ardahan'a" diye tanımlanan üzerinde yaşadığımız toprakların haritasının, bundan böyle "Susurluk'tan Şemdinli'ye" diye adlandırılmasını istemiyorsak, verilmiş reklamları adreslerine iade edelim.

MURATHAN MUNGAN

13 Şubat 2007

SİYAH ZEYTİN YAPALIM


Sofralık siyah zeytinin bitmesine ramak kala yakaladım ve zeytinimi bana göre yeni olan bu yöntemle kurdum.Tadına Osman Bey’in yaptığı zeytinlerde baktığım için sonucundan emin olduğu söyleyebilirim.Ama zeytinim olgunlaşınca sizleri mutlaka haberdar edeceğim.Daha önce sele zeytini yapmıştım.Ama bu daha kolay oldu açıkçası.Tüm ihtiyacınız olan zeytin, kaya (yada çakıl-salamuralık) tuz, limon tuzu ve şeker.Kaya tuzunun mümkün olduğunca iri taneli tercih edin.Böylece daha geç çözülerek zeytini yakmadan olgunlaşarak acı suyunu atmasını sağlayacaktır.Zeytini ve kabınızı güzelce yıkayın ve iyice kurumasını sağlayın.Bu iş için büyük boy bir plastik bir kavanoz uygun olur.Kabınızın en altına zeytini 2 parmak kalınlığında koyun.Üzerine bir avuç tuz serpin ve bir iki tane limon tuzu atın.Bu sırayla kavanozu zeytinleri fazla sıkıştırıp ezmeden boynuna kadar doldurun.En üste bir yemek kaşığı şeker serpip kavanozun kapağını kapatıp yan yatırın.Her gün kavanozunuzu sallayın.Kavanozu yatırırken boynunun altına bir yükseklik koyun.Sızan acı suyun etrafı kirletmesine engel olabilirsiniz böylece.Zeytinin olgunlaşması 2,5-3 ay kadar sürecektir.Rengi iyice kahverengiye dönüp tadı gelince kavanozu açın.Olgunlaşan zeytini fazla tuzunu atması için yıkayın ve kuruttuktan sonra buzdolabına koyun.Bu aşamada isterseniz zeytinyağı içinde saklamayı da tercih edebilirsiniz.

MERHABALAR

Evet farkındayım uzun zamandır sitede yeni bir şey yok.Çünkü sevgili dostlar tatildeydim.Oğlumla birlikte nefis bir sömestre tatili yaptık.Geç kalktım ve geç yattım.Öğlen uykusu uyudum.Sinemaya gittim.Uyumadan önce istediğim kadar kitap okudum.Ne yemek yaptım ne de ev işi.Hatta bazen canım işssizlikten sıkıldı bile ve bu bana büyük zevk verdi.Blog da tatildeydi bu nedenle.Açılışı çok eskilerden bir yemekle yapıyorum.Ben babamın teyzesinden almıştım.Bilen bilir ondan aldığım sırada bekleyen daha çok yemek tarifim var.Tarçın eski osmanlı mutfağının vazgeçilmezlerinden.Et yemeğinde tarçının kullanılması sizi şaşırtabilir ancak yaptığım araştırmalarda et yemekleri ile birlikte çok kullanıldığını gördüm.Korkmayın ve kullanın.Hem kuzu etinin bazıları için rahatsız edici olan kokusundan kurtulacaksınız hemde yemeğe inanılmaz bir aroma verecek.Özellikle tavsiye ediyorum.
Sevgilerimle

PAPAZ YAHNİSİ



MALZEMELER

1 kg ceviz büyüklüğünde kesilmiş kuşbaşı kuzu eti
1 kahve kaşığı tuz
1 kahve kaşığı karabiber
1 kahve kaşığı tarçın
1/3 fincan sirke
2 adet orta boy soğan (yarım halka halinde kesilmiş)
1 baş sarımsak (ayıklandıktan sonra her bir diş dilimlenmiş)


HAZIRLANMASI

Fırınınızı 150-160 dereceye ayarlayın.
Toprak güvecinize etinizi soğanı sarımsağı sirke ve baharatları koyun.Eşit bir yoğunluk olması için karıştırın.
Un ve su ile koyu bir hamur hazırlayın.Hazırladığınız bu hamurla güvecinizin kapağını hava geçirmeyecek şekilde sıvayın.
Önceden ısıtılmış fırının orta rafına yerleştirin ve 1-1,5 saat pişirin. Arada (örneğin 30 dakikada bir) güvecinizin yönünü değiştirin.
Kokusunu iyice almaya başlayıncaya kadar pişirin.Kapağını açın ve mutlaka sıcak olarak servis edin.Bu basit yemeğin lezzetine çok şaşıracaksınız.

AFİYET OLSUN