29 Kasım 2007

SİYAH SÜT





Aslında çok büyük bir merakla bekliyordum Elif Şafak’ın anne olduktan sonra yazacağı romanı..Bu kadar büyük bir yetenek , beni bu kadar derinlerden vurmayı başaran ve etkileyen bir yazar anne olduktan sonra bu deneyimi tattıktan sonra kim bilir neler yazacaktı

İlk romanı olan Pinhan’ı okuduktan sonra bu kadar genç bir insanın bu kitabı nasıl yazabildiğini düşünmüş üstelik gazetede ki o çok hoş kadını görünce de şaşırmış ve uzun uzun gıptayla seyretmiştim. Pinhan’dan sonra tüm kitaplarını okudum sanırım. Pinhan,Bitpalas,Mahrem,Araf,Baba ve piç.

Sonunda kitabı çıktı Siyah Süt. Yeni başlayanlar için Postpartum depresyon alt başlığıyla. Kitap’ın önsözünde "Anneliğin sadece pozitif yanlarından bahsedilmesinde yanlış, yanıltıcı bir şeyler var. Zira annelik aynı zamanda çetrefil, karmaşık ve kimi zaman hayli zor." diyor taze anne Elif Şafak.

Tamamiyle aynı fikirdeyim. Kutsaldır çok müthiştir falan ama zordur arkadaş anne kimliğine bürünmek.Kimse kimseyi kandırmasın.

Neyse, Elif Şafak beni son romanında çok şaşırttı. Onun dil kaygısını bu konuda olan düşüncelerini okuyucuları bilir. Güzeldir kitapları ve dili. Ama bu bambaşka. O kadar içten o kadar samimi ve dürüstçe yazılmış ki.Kadın olup ve anne olup içindekileri itiraf etmeye cesaret edebilen tüm hem cinslerim bana katılacaktır.

Eğer biraz entelektüel alt yapıya sahipseniz nasılda ret ederiz içimizdeki o evcimen “anaç sütlaç hanımı”.Nasıl desem o basittir biraz sıradandır. Sokaktaki komşu kadındır. Annemize benzer falan. Sonra bazı okuyup yazmış mürekkep yalamış kısmımızı , bu evcimen “anaç sütlaç hanım”ın yanı sıra içimizdeki o kadını ortaya çıkarmak da rahatsız eder yani “saten şehvet hanımı”

Ama Elif Şafak işte ben buyum diyor. Hepsini sırayla anlatıyor. Evde kalmış kız manifestosunu yazdıktan sonra nasıl evlendiğini ve kendini nasıl hamile buluverdiğini içinde yaşadığı karmaşayı ve kaygıyı anlatıyor. Anne olan yazarların hayatlarından notlar sunuyor.Kadın olmanın üstelik anne olmanın zorluğundan bahsediyor.

Sonra hepimizin yaşadığı başarısız olma korkusundan. Bir çok işi çok güzel yaparız da nedense emzirmede , gaz çıkarmada yada uyutmada başarısız oluruz. Mükemmel olamadığımız için kendimize kızar kahrolur sonra tekrar tekrar kendimizi sorgularız nerde neyi yanlış yaptık.Yoksa biz anneliğe uygun değil miyiz?Vicdan azabı ve paranoya annelerin yakından tanıdığı duygulardandır.

Öyle bir roman ki bazen gülüyor bazen şaşırıp hüzünleniyorsunuz.

Kendi yaşadıklarım aklıma geldi okurken arkadaşlarımın anlattıkları. .Durmadan ağlamam. Bebekle yalnız kalmaktan korkmam.Sanki annesi değil de tutmayı bile beceremeyen bir yaratıktım.Zor günlerdi benim için.Eminim benimle yaşayan diğerleri içinde zor geçmiştir.Uzun süre kendime gelemedim.

Neyse kitaptan bir alıntıyla tamamlıyorum yazımı:

Kasım ayı nasıl uykusuz geçtiyse aralık ayı da ayakta uyumakla geçiyor. Bebeğin ihtiyaçlarını karşılamak dışında her an, her saniye uyukluyorum. Ne televizyon seyretmek geliyor içimden, ne kimseyle sohbet etmek. Ayakta uyurken de iş yapılabileceğini keşfediyorum. Biliyorum ki on dakikadan fazla uyanık kalırsam er ya da geç parmak kadınlar kavgaya tutuşacak. Yorgunum dırdırlarından. "Keşke sussalar, beni rahat bıraksalar..." diye geçiriyorum içimden. Sırf onları işitmek zorunda kalmamak için günler geceler boyu uyumaya razıyım. Bu durumun depresyonun bir sonraki aşaması olduğunu henüz kestiremiyorum. "Ah bilsem, bilseydim ne dediğimi, ne dilediğimi... Hiç ister miydim parmak kadınlardan kurtulmayı..."


Bir sabah uyandığımda odada yalnız olduğumu görüyorum. Hayret. Etrafımdaki yardımsever tabur nasıl olduysa bir yerlere dağılmış. Yeniden uykuya dalmaya çalışsam da nafile, yapamıyorum. Derken belli belirsiz bir ses işitiyorum. Yumuşacık, çocuksu ama ürkütücü aynı zamanda. Korku filmi jeneriği gibi. Çıngırak sesi bu. Doğrulup baktığımda yatağın ucundaki ipe bağlı çıngırağın nazlı nazlı çaldığını görüyorum.


İpin ucunda tuhaf bir şey dikiliyor. Dumandan yapma bir figür bu. İki metre boyunda. Arkadan atkuyruğu yapmış uzun, siyah saçlarını. Bir tutamını beyaza boyamış, yüzüne düşürüp tarz yapmış. Tek kulağında fındık büyüklüğünde elmas bir küpe ışıldıyor. Yuvarlak, metal çerçeveli gözlük takıyor. Ufacık bir keçisakalı var. Yüzü minnacık ama gözleri kor kor. Kâh inceliyor, uzuyor tabandan tavana kadar. Kâh genişliyor, yayılıyor bir uçtan bir uca. Odanın orta yerinde puro dumanı gibi ha bire tütüyor. Bir elinde şık bir baston, kafasında İngiliz asılzadelerinin taktığı türden siyah bir fötr şapka var.


Cinlerin cinsel hayatları hakkında hiçbir şey bilmiyorum ama bu cin bende gay olduğu izlenimi uyandırıyor. Hem gay, hem de bir uluslararası modacı kadar şık ve ukala.


"Kimsiniz?" diyorum tedirginliğimi saklayamadan. "Ah, tanımadınız mı beni?" diyor bozulmuş gibi. "Loğusalara dadanan cinleri duymadınız mı yoksa?" Yüzümü ateş basıyor. Gene de sakin görünmeye çalışıyorum. "Anneannemin bahsettiği Alkarısı sen misin yoksa?" Bir kahkaha patlatıyor. "Alkarısı mı? Hayır canım, daha neler" diyor. "O eskidendi. Alkarısının modası çoktan geçti. Yaşlandı, emekliye ayrıldı. En son duyduğumda şirret Cinler için tahsis edilen bir huzurevinden sepetlenmişti. Orada da çıngar çıkarmış haspa. Şimdi başka bir huzurevinde kalıyor yanılmıyorsam. Senin anlayacağın bu işleri çoktan bıraktı. Loğusalara Dadanan Cinler Sıralamasında İlk On'a bile giremez artık. Modern çağda modern cinler türedi." "Cinlerin de yaşlandığını bilmiyordum" diyorum. Cebinden ipek bir mendil çıkarıp başlıyor gözlüklerini temizlemeye. "Yaşlanmaz olur muyuz hiç? Abıhayat mı içtik sanki? Tabii yaşlanıyoruz" diyor içini çekerek. "Maalesef..."


Dikkatlice bakıyorum karşımdaki yaratığa. Göründüğü kadar genç olmayabileceği şüphesi düşüyor içime. Bakımlı bir cin bu. Belli ki özen gösteriyor kendine. Cinler de estetik yaptırıyor mu acaba? Gözlüklerini takıp devam ediyor konuya: "Tabii siz zavallı âdemoğulları, havvakızları kadar çabuk yaşlanmıyoruz neyse ki. Yoksa kafayı yerdik herhalde. Sizin on seneniz yaklaşık olarak... dur bakayım..." Bir hesap yapıyor aklından. "Sizin on seneniz bizim yüz on iki senemize tekabül ediyor. Senin anlayacağın yüz yaşında bir cin daha çocuk sayılır bizim oralarda. Alkarısı'na gelince... Nasıl desem, daha çok bir nostaljiden ibaret."


"Cin nostaljisi de mi var?" diye soruyorum saf saf. "Olmaz mı? Sen hiç Walt Disney izlemiyorsun herhalde. Adamlar bir sürü filmde bizi kullanıyorlar dekor diye. Bari gerçekleri yansıtsalar, içim yanmaz. Ne o öyle, bi dudağı yerde bi dudağı gökte lamba cini mi kaldı bu devirde?"
" Kalmadı mı?" "Artık erkek cinler de kendilerine bakıyor" diyor. "Öyle masallardaki gibi göbek beş kat yağ bağlamış, kafada fes, altta şalvar filan kalmadı. Çoktan geçti bunlar. Hepimiz çağa ayak uydurduk. Ben mesela her gün düzenli sporumu yaparım. Bir gram fazla yağım yoktur."


Nihayet akıl ediyorum sormayı. "Kimsiniz siz Allah aşkına?" Çevik bir hareketle şapkasını çıkarıp, yerlere kadar eğilerek abartılı bir reveransla selamlıyor beni.


"Pardon, unuttum kendimi tanıtmayı. Bendeniz Post-natal Depresyon, namı diğer Lord Poton. Ama siz bana kısaca Poton diyebilirsiniz." Göz kırpıyor muzipçe. Gözlerinde delişmen parıltılar. "Dostlar arasında! Arkadaşlarım bana öyle der."


Sırtımda bir ürperti. Tüylerim diken diken. Hiç hoşlanmıyorum bu kendini beğenmiş mahluktan.


"Ne istiyorsunuz?" diyorum kaşlarımı çatıp.


"Ne mi istiyorum?" Bir kahkaha patlatıyor. "Valla ne istemiyorum ki?"
Ciddileşiyor aniden.


"Esas soru şu. Siz ne istiyorsunuz?" diyor. "Sizli bizli konuşmayı bırakalım. Sen ne istiyorsun? Dile benden ne dilersen. Ben senin cininim. Ama öyle sıradan bir cin değil."


Ancak o zaman yaratığın elindeki kızılımtrak kutuyu fark ediyorum.


"Bu kutunun içinde deste deste duygusal kriz, gözyaşı, hıçkırık, tutarsızlık, alınganlık, suçluluk duygusu, evham, endişe, iniş çıkış var. Dedim ya, dile benden ne dilersen."


"İyi de ben sizi... seni tanımıyorum bile..." diyebiliyorum, cılız mı cılız bir sesle.


"Dert değil" diyor müstehzi bir tebessümle. "Tanışırız". Sonra kemikli ellerini uzatıyor bana.
"Baştan alalım istersen. Tanışalım, koklaşalım. Bendeniz Lord Poton. Seninle tanıştığıma ne kadar memnun oldum bilemezsin


Lord Poton öyle kıvrak ve kaypak bir oyuncu ki, ne kadar korkunç bir mahluk olduğunu hemen anlayamıyorum. İlk günler merakla inceliyorum onu. Tanımaya çalışıyorum. Bilmiyorum ki o bu esnada iyice yerleşiyor, yerini sağlamlaştırıyor.


Derken bir sabah pat diye açıveriyor yanından hiç ayırmadığı kızılımtırak kutuyu. İçindeki evhamları, zanları, kaygıları, korkuları boşaltıyor odanın orta yerine. Kalakalıyorum. Bir kum fırtınasının orta yerinde gibiyim. Değil kaçmak, kıpırdamak bile nafile geliyor. Hüzün hortumu dönüyor da dönüyor. Duruyorum tam orta yerinde. Boşalan kutuyu suratıma tutuyor Lord Poton.


"Şimdi, bu kutunun içine ne koysak acaba?" diyor muzip bir ifadeyle. "Yazıktır boş kalmasın değil mi?"


Ne yapacak acaba diye bekliyorum kaygıyla.


"Hah, buldum" diyor Lord Poton dilini şaklatarak. "Senin şu parmak kadınları buraya hapsedeceğim. Ne dersin?"


"Sakın yapma böyle bir şey, çok üzülürler" diyorum.


Yaklaşıyor. Sesi tehditkâr. "Peki ya sen? Sen de üzülür müsün?"


Başımı sallıyorum ama ikna olmuyor. Engel olmak istiyorum ama takatim yok.


Lord Poton manikürlü parmaklarını uzattığı gibi içimden bir bir çekip çıkarıyor İçimden Sesler Korosu'nun üyelerini.


İlk yakalanan Hırs Nefs Hanım oluyor. "Hop, ne oluyoruz?" diye tiz bir çığlık atıyor zorla kutuya konurken. "İşim gücüm var benim. Bırak!"


Sırada Pratik Akıl Hanım var. "Bana bak korkunç yaratık, çek ellerini üstümden, gömleğimi buruşturuyorsun" diye öğretmen edasıyla Poton'u azarlıyor.


"Zahmet etmeyin lütfen. Ben kendim giderim nereye gidilecekse" diye vakur, tek başına yürüyüp kutuya giriyor Can Derviş Hanım.


"Poton Beycim bu ne acele, önce biraz konuşsaydık" diye dişiliğini kullanarak onu oyalamaya çalışıyor Saten Şehvet Hanım.


"Ocakta yemeğim vardı, ne olursunuz bari pişsin de öyle tutuklayın" diye yalvarıyor Anaç Sütlaç Hanım.


"Sen kendine Lord Poton diyorsun ama depresyonun ya da melankolinin bir adı da Kara Güneş'tir. Julia Kristeva der ki..." diye anlatıyor da anlatıyor Sinik Entel Hanım ensesinden havaya kaldırılmış vaziyette götürülürken.


Sonuçta altıparmak kadının altısı da kızılımtırak kutuyu boyluyor. Kapağı kapatıp, kilidi çeviriyor Lord Poton.


"Oh be kurtulduk cücelerden. Sevinmedin mi?" diyor. "Hep şikâyet ediyordun dırdırlarından."

"Evet ama..."
"Sen değil miydin keşke sussalar, beni rahat bıraksalar diyen? İşte dileğin oldu."
"Evet ama..."
"Aması maması yok. Boş ver şimdi cüceleri. Bundan böyle, vıdı vıdı yapacak kimse olmayacak etrafında. Sadece beni duyacak, beni dinleyeceksin!"


Böylece darbeden sonra, monarşiden sonra, anarşiden sonra, sıradan faşizm günleri başlıyor içimde.

20 Kasım 2007

KADİFE KUTUDAKİ HAYALET



Stephen King’in oğlu jOE HİLL tarafından yazılmış korku romanı.

Garip şeyler koleksiyoncusu internetten bir gün bir hayalet satın alır.İnanmamaktadır ve dalga olsun diye almıştır.Ama hayalet gerçekten vardır ve pek de iyi niyetli olduğu söylenemez.

Gene tatilde okuyabileceğiniz okuması kolay bir market kitabı. Stephen King ve bu türün hayranlarını tatmin edecektir.

BELİRLEYİCİ




İnkılap yayınlarından çıkan bir Robin Cook kitabı. Tıbbi gerilim ustası gene maceralarını hastanede devam ettiriyor.Ameliyatları çok iyi geçmiş olmasına rağmen rahatsızlıkları basit de olsa birkaç gün içinde hastalar ölmektedir ve otopsilerinde hiçbir neden bulunamamaktadır. Suçlu kimdir. Doktorlar mı?

Otopsi uzmanlarının dikkatini çeker bu olay ve üstüne giderler.Hem ilişkileri çıkmazdadır hem de olayı çözmekte ve ölümlerin nedenini anlamakta zorlanmaktadırlar.

Tatilde ya da yolda okunacak kolay bir tatil kitabı. Bu da bir market kitabı . Oku ve kaldır.

02 Kasım 2007

AŞK ARTIK BURADA YAŞAMIYOR (2004)


İngilizce adı : We Don’t Live Here Anymore
Yönetmen :John Curan
Öykü :Andre Dubus
Senaryo :Larry Gross
Türü :Dram
Oyuncular :
Mark Ruffalo - Jack Linden
Laura Dern - Terry Linden
Peter Krause - Hank Evans
Naomi Watts - Edith Evans






Andre Dubus’un yazdığı “we don’t live here anymore” ve “Adultery” isimli öykülerinden uyarlanarak zekice senaryolanmış bir film. Yeni bir film değil ve kendimi ayıplıyorum bu müthiş filmi daha önce keşfetmemiş olmakla .Kesinlikle tavsiye ediyorum.Bir kere zamansız bir film.Herhangi bir zamanda ve şehirde yaşanabilir.Ayrıca Amerikan bağımsız sinemasına güzel bir örnek.Eğer sizde bol aksiyonlu ve grafikli ama hep aynı klişeleri kullanan müthiş Amerikalı kahramanlardan sıkıldıysanız gerçek ve sıradan insanların sıra dışı duygularına dair bu filmi izlemelisiniz.

Filmden etkilenmemek olanaksız bu sessiz sakin ama vurucu film aile hayatını röntgenliyor. İnsan yaşamındaki mutsuzluğu ve içsel sorunları evlilikle sahnelemişler. Bu filmi seyrederken mutlaka kendinizden bir parça bulacaksınız.Yüzünüzde buruk bir gülümsemeyle seyredeceksiniz bu hüzünlü filmi. Bunların da ötesinde mutluluk peşinde koşan insanların hüzünlü hikayesi tanık olduğumuz. Özellikle orta yaşa gelmiş, uzun süredir evli, çocuk sahibi, gündelik yaşamın yorucu, bunaltıcı koşuşturmasından yorulmuş insanların hayatına dalıyoruz. Bir gün aynada kendinize bakarken o bıkkın yorgun yüzle karşılaşmak sizi şaşırtacak mı? Geçip giden gençliği ve hayatın tutkusunu nasıl yakalayabilirsiniz?

Evlilik aşk ve sadakat nedir? Neden insanlar evli oldukları halde aşık olurlar veya eşlerini aldatırlar? Yaralarımızı nasıl sararız? Hayat nasıl savurur bizi?

Jack Linden Terry ile evlidir ve çiftin iki küçük çocuğu vardır.Edith ve Hank’in ise biraz daha büyükçe bir kızları. Her iki çiftte birlikte vakit geçirirler film izleyip müzik dinler ve dans ederler. Oldukça yakın bir dostlukları vardır Jack ve Hank birbirlerini öğrencilik yıllarından beri tanıyan çok eski dostlardır.Bir kolejde İngiliz dili ve edebiyatı üzerine ders vermektedirler.Hank bir kitap yazmış ve bunu bastırmaya uğraşmaktadır. Terry ve Edith ise ev hanımıdırlar.

Ancak kocası tarafından önemsenmeyen Edith’e karşı Jack yakıcı bir tutku hissetmektedir.Kendini ayna karşısında uyarmasına rağmen gene de dalar bu ilişkiye.Edith ise kocasını artık eskisi kadar sevmeyen hatta gittikçe daha az hoşlanan bir kadındır.Hank ise serbest aşka inanan , zinayı evliliğin bir parçası olarak gördüğünü söyleyen bir adamdır. Ancak, buna rağmen okulda bir puriten gibi davranmakta öğrencilerinin cinsellik dolu imalarını anlamazdan gelmektedir.

Terry ise bu durumdan başlangıçta şüphelenmekte öte yandan Hank’in ilgisini de hissetmektedir. Aslında Hank biraz sosyopat bir zamparadır.Onun soğuk duruşu ve tepkisizliği yüzünden ne hissettiğini anlayabilmek mümkün değildir.Edith’i en çok yaralayan belki de budur.

Terry ve Jack’in evliliği rutinleşmiştir. Üstelik Edith ve Terry birbirinin tam zıttıdır. Edith düzenli tertipli bir kadın iken Terry oldukça dağınıktır.Bu nedenle Jack tarafından sert şekilde azarlanmaktadır hatta. Jack ise orta yaş krizine hızla dalmakta olan ama bunu reddeden sempatik bir adamdır.Mutsuzluğunu aşkla geçiştirmeye çalışmaktadır.Edith de ihtiyacı olan sevgiyi Jack'te bulacaktır.

Yaşamın çoğu ve en neşeli zamanlar geçmişte kalmıştır. Şimdi kendisiyle yalnızdır Jack. Çaresizdir ürkektir ve korkaktır.Artık ona hiç birşey anlamlı gelmemektedir. Çıkış yolu aramakta hayata tekrar tutkuyla sarılmaya çalışmaktadır. Kendini tekrar genç hissetmek istemektedir.Sorumluluktan uzak istediği gibi davranabilmek hesapsız kendi gibi olabilmek istemektedir. Sığınabileceği tek liman vardır. O çoşkuyu o duyguyu yakalayabileceği liman aşk mıdır?

Sonuçta ilişkileri gittikçe karmaşıklaşmıştır. Ancak durumun farkında olan Terry’dir ve bir gemi kazasından kurtulan denizcinin yakaladığı tahta parçasına sarıldığı gibi evliliğine sarılmakta ve umutsuzca kurtarmaya çalışmaktadır.Hayatının merkezi evliliği ve çocuklarıdır.Başlangıçta kocasının aşkının farkında değildir ama Jack'le olan ilişkilerinin günden güne zayıfladığının ve kopmakta olduğunun farkındadır. Jack sadece evli olduğu ve çocukları olduğu için mi onunla birlikte olmaktadır? Bir yandan Jack tarafından istenmezken öte yandan Hank tarafından arzulanmaktadır.Tereddütünü ve duygusal salınımlarının yanı sıra öte yandan protoginik iç gücünü de hissedersiniz.

Edith ise cilveli, güzel ve eğlenceli bir kadındır.Jack e olan ilgisi sıradan bir cinsellikten ötedir. Jack sadece kaçamak mı yapmaktadır yoksa Edith'e aşık mı olmuştur. Ama aşk fedakarlık ve ödünler vermek demektir.Vereceğiniz ödünler neler olabilir.Keşke çocuklar hiç doğmasaydı diye düşünebilir miyiz? Eğer çocuklar olmasaydı daha özgür olabilir miydik? Eski anıları ve aşık olup evlenmiş olduğunuz kişiyi gerçekten umursamayabilir misiniz?Tekrar hesapsız olabilmek ve sorumsuz , çoşkulu gençliğe dönebilmek mümkün mü?

Hank her şeye rağmen karısını kendince sevmekte aslında Jack’le olan yakınlığını da hissetmektedir ama karısıyla ilgilenen birilerinin olması onu rahatlatmaktadır. Şöyle der Jack’e “Sevildiğini düşünen bir kadınla yaşamak çok daha kolay” Evlilik nasıl ve neden devam eder.Biliyoruz ki evli çiftlerin büyük çoğunluğu birbirlerine karşı büyük bir sevgi hissetmez.Ama evlilik rahat ve huzurludur.Alışkanlıktır arkanı dönüp gitmek çok zordur.Üstelik çocuklar varsa arada daha da zordur.

Aşka emek ve vakit harcamak gerekir. Hayatımızı çoğu zaman bizler değil de içinde yaşadığımız şartların yönlendirdiğini anlamak bizi rahatsız edecek belki de yaptığımız seçimler aklımıza gelecek ve yaralarımızı saracağız. Malesef hayat siyah ve beyaz değil. Seçimlerimizi yaparken bu kadar kolay ayrılmıyor yaşayacağımız hayatın çizgileri birbirinden.Hayatta çok renk var. Seçimlerimiz bizi hayata bağlıyor.Öyle veya böyle tutunmamızı sağlıyor.Ancak seçimler bizi her zaman mutlu edemiyor.Kendi isteklerimize göre değil şartlara göre yapıyoruz seçimlerimizi.

Filmdeki en parlak oyuncu Laura Dern (Terry). Mimikleri ve oyunculuğu gerçekten çok güçlü. Mark Ruffalo ise hakikaten müthiş.Filmin sinematografiside müthiş.Üstelik Beethoven 1. senfonisi bu müthiş senaryo ile çok uyumlu.

Oylum Özmen